Yolculuk Nereye?
İnsan, kim olduğunu sorgular mı hiç? İnsan, dünyada dolaşır durur ve kısacık vakti içerisinde neler yapar?
Evet insan, Şeyh Galib’in deyişiyle (Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.) kainatın gözbebeği olan, eşref-i mahlûkat olan insan…
Biliyoruz ki insanı bütün varlıklardan, yaratılan her şeyden farklı kılan bir yanı var: akıl.
İnsan dünyada aklî olgunluğa varması itibariyle bütün varlıklardan ayrılan bir konum elde ediyor kanımca. İnsanın ayırt edici özelliği diyelim biz bu akıl işine. Zira etten, kan ve kemikten ibaret değildir insan; bunlar insanın beşer yanı, canlılık hâlidir ve nice hayvanatta da mevcuttur. Ancak bunca varlık içerisinde akıl yalnızca insana mahsustur. Peki bu akıl denen şey insanı nereye götürür? Bu soruya herhâlde kitaplar yazacak ilim sahibi kişiler mevcuttur hatta o kitaplar da mevcuttur ancak ben aklımın erdiğince bir sade sorgulama yoluna gireceğim.
Akıl kelimesini kökende araştırırsak Arapça kökenli bir kelime olduğunu ve “hayvanlara vurulan ayak bağı” mânası taşıyan bir kökenden geldiğini görüyoruz. Aklın bir dizginleme, kontrol etme aracı olarak görüldüğünü anlayabiliyoruz. Peki bu akılla biz ne yapalım? Malûm dediğim gibi insanın bir de etten kandan bir yanı var, hormonları ve sonucunda duyguları var. İşte insanın hayvanattan ayrılacağı, sorgulama kabiliyeti kazanacağı ve kendisine bir yön bulacağı hazinesidir akıl.
Bence insan; düşüncelerinin bir ürünü, bir sonucu yani yansıması aynı zamanda. Ve insan eğer akıl sahibi bir varlık ise yani hangi yolda olması gerektiğini bulabilen, doğru ve yanlışı, hak ve batılı (hak olmayan, boş, geçersiz) ayırt edebilen varlık ise bunun bir yöntemi olmalı. Yani evet akıl var ancak aklın yol göstermesi nerede başlıyor? Bu soruya cevap olarak da insanın sorgulamasını sunabiliriz. İlk zamanlardan beri insan “Neden?” sorusunu yönelterek yeryüzünün ve gökyüzünün fennî ilmini keşfedegelmiştir. Çevresine anlam katmış, sorularına cevaplar bulmuştur. Anlam için de bir kısa bahis açalım: İnsan anlamaya muhtaç bir varlık çünkü akıl insanı buraya itiyor. Aklı olan düşünür, düşünen sorgular, sorgulayan cevap arar. İnsan da varlığını bir konuma koyabilmek için kendi varlığından âleme ve bunların da üstünde bir cevhere, bir sebebe yöneliyor. Bu süreç boyunca insan “Ben kimim?” sorusuna cevaplar arıyor, kendisini tanımaya çalışıyor. Çünkü düşünsenize; kendisini tanımlayamayan, kim olduğunu anlayamayan ama aynı zamanda bunlara dair sorular sorma kabiliyeti bulunan bir varlık; bu soruları sormadan hayata devam edebilir mi? İşte bence tam da bu sebepten, insanın özünde kendiliğinden ortaya çıkan bir anlama ihtiyacı mevcuttur diyebiliriz. Eğer ki düşünmeyi durdurabilecek olsaydık belki işler değişirdi ancak insan düşünmesiyle varlık kazanan ve aynı zamanda muallak olanı şuur hâline getiren bir varlık. Yani ben düşünebildiğim için benim ve aynı zamanda da bu düşünce ile yine kendimin ne olduğuna dair sorular yönelten de benim. Bu sorular, insana kendisini âlemin içinde farklı kılan yanını gösteren, ayırt edici özelliğidir. İnsan varlıklar içerisindeki konumunu anladığında diğer sebeplere yöneliyor. Çünkü insan bulunduğu konumu kendisi elde etmediğini anladığında arayış başlıyor, işte insanın daha en temel düşüncedeki bu anlama çabasına biz “hakikat arayışı” diyoruz. Çünkü insan sorguluyor ve görüyor ki yeryüzünde sonlu bir zamanı var ve anlam verdiği veya anlamaya çalıştığı hiçbir şey onun eseri değil. Ve hatta zaten bunca varlık içerisinde kendi konumunu dahi ancak saptamış olan insan için büyük belirsizlik burada başlıyor.
İnsan asıl cevhere yöneliyor dedim yukarıda, bunun sebebini anlamak ne kadar da kolay aslında. Ana karnında bir zerrecikten evrile evrile yeryüzüne gelen bu canlı, sadece kemiklere tutunmuş et parçaları ve akan bir kandan ibaret olmadığını gördüğünde şaşkınlık içerisinde kalıyor. Aslında her türlü hayvanat ile çok benzer bir işleyişin kendisinde de hakim olduğunu gören ancak düşünmesi itibariyle apayrı bir konum edinen insan bu sefer kendi farkını arayışa koyuluyor. En başta söylemiştim, akıl denen şey kelime kökeninde “hayvanlara vurulan bağ” (ˁiḳāl) yani bir dizginleme aracı olarak görülüyor. Bir düşünelim, mesela bir atı dizginleyen şey onu araç olarak kullanan insandır. Veya bir öküzün ziraî kullanımı da buna benzerdir. Ancak insan kendi beşerini yani o et, kemik ve kandan oluşan; hayvanat ile benzer olan yanını yine kendi elinde bulunan bir araçla dizginliyor. Yani insanın kendisine tayin ettiği yön yine kendi iradesiyle ortaya çıkıyor. Çok ilginç değil mi? Peki şimdi insan buna “Neden” veya “Niçin” diye sormasın mı? İstese de sormadan edemiyor zaten. İnsanlık düşünce tarihi bunun delilidir. Ancak ben en temelde insanın bu arayışının nereden geldiğini anlatmak gayretindeyim. İnsan kendi etkisi dışında kendisini bulduğu bir dünyada her şeyin ne olduğunu anlamaya ve en başta kendisinin ne (kim) olduğunu anlamaya çalışan ve böylece kendi konumunu saptayarak bir başlangıç noktası, bir tutunacak dal bulmaya çalışıyor. İnsan kendisine dair soruları bir aşama yukarı çıktığında, neden kendisinin diğer varlıklardan tamamen ayrılan böyle garip bir özelliğinin olduğunu sorguluyor bence. Çünkü bunca belirsizlik içerisinde ve de kısıtlı bir vakitte tam olarak neden var olduğunu ve ne yapması gerektiğini anlayamayan insan kendisi için neden böyle bir imtiyazın mevcut olduğunu düşünüyor. Yani sorular sorabilmenin kendisini nereye götüreceğini arıyor diyebiliriz. Bu durumda insan çevresindeki bütün mahlûkatın hakikatini ve kendisine tanınan kısa süre için kendi hakikatini bulmak istiyor. Bir çok farklı hakikatlerin birleşerek anlam kazanacağı esas hakikati, yani bu muntazam âlemin esasını, sebepler sebebini keşfe koyulan insan kendini bir yaratıcının huzurunda buluyor. Buradaki neticeden benim zannım şudur ki, insan için hakikat arayışı yüzeyel ve sahte bir tatmin olma çabası değil; istemdışı süregelen bir düşünceler düşüncesidir. Aksi düşünülemez çünkü aksi durumda insan da âlemdeki herhangi bir hayvanattan farksız kalıyor ve yalnızca beşer yanıyla yeryüzünde mevcudiyet buluyor. Bu da insanı; acıkınca yemek yiyen, yorulunca uyuyan ve bedenî tüm arzularına gelişigüzel ve sualsizce yanıt veren bir varlık hâline getiriyor. Okurken dahi insana değersiz olma düşüncesi getiren bu hâl insan için akılla beraber en başta ortadan kalkıyor. Kendisinde bulunan akıl ile beraber insan artık bir et parçası olmaktan öteye geçiyor. Tüm dinî olguların insan için işte bu kadar doğal olması da buradan kaynaklanıyor. Çünkü insan âlemdeki yerini anladığında âlemin hakikatini aramaya koyuluyor.
İşte Şeyh Galib’in insan için belirttiği cümleler de burada anlam kazanıyor bence. Şair insanı övmek için değil de sanki insana ayna tutmak ve arayışa çağırmak için bu mısraları yazmış gibi geliyor: “Hürmet et, saygı duy, hoşça bak kendine ki kainatın özüsün sen. / Bütün yaratıkların gözbebeği olan insansın sen.” diyerek bir hatırlatma yapıyor şair. Şairin övgüye layık yanıdır ki zamansız ve hatta zamanla kıymetlenen bir söz söylemiş oluyor. Çünkü bugün insan, sanki hakikati bir bilinçle terk edip kendi hakikatini de çiğnemiş gibidir. Acaba insan, insan olma yolunda mı ilerliyor yoksa hayvanat ile bir yarış mı tutuyor? Bugün bu soruya da cevap arayacak olan yine insanın kendisi olmalıdır. Yukarıda anlattığım gibi, insanın insan oluşu onun düşünebilmesi ile mümkün. Yani eğer insanı ne kadar düşünceden uzaklaştırırsanız, bir o kadar insan olmaktan da uzaklaştırmış olursunuz. Bu durumda insanı düşünmekten alıkoyan bütün mazharların tespiti ve de bunlara yönelik insanın tutumu oldukça hayatî ve insanîdir. Bu durumda hâlâ düşünebilen insanlar olarak “neyi ne kadar düşünmeyi tercih ettiğimizi” de sorgulamakta fayda vardır diye sanıyorum. Çünkü insanın vakti sonlu olmakla beraber aynı zamanda bir belirsizlik de içeriyor, her an bu vaktin bir son bulma ihtimaline karşın insanın eylemi buna hazır mıdır? Acaba her ölen insan için daha öncesinde yaşamış olduğunu da söyleyebilecek miyizdir?
İşte tüm bu gerçeklik içerisinde bütün insanlığı yeniden düşünmeye ve kendisini aramaya, hakikat yoluna davet ediyorum. Bunun için herhangi bir endişe içerisinde bulunmaya gerek olmadığı gibi kendi vaziyetimizi de derhâl sorguya çekmeliyizdir diye düşünüyorum. Endişe duymamalıyız çünkü insan aklı insana zaten yol gösterecektir. Bu durumda yapmamız gereken şeyin, kendi şuurumuza çekilip nereden yola başlayacağımızı aramak olduğunu düşünüyorum. Ve ardından terk edilmesi gereken bütün sahteliklerden, insana diretilen bütün yaptırımlardan yani insanı insan olmaktan çıkaran, düşünceyi esir eden her şeyden kendimizi arındırmalıyız. Sözün özüyle insanın gerçek hürriyet için eyleme geçmesi gerektiğine inanıyorum.
Bu “diriliş”imizin ardından hakikat arayışımızı en temelden ve aşamalı olarak sürdürmemiz gerekiyor. İşitilenin, görülenin sorgulanması her zaman temeltaş bence. Ağacı tanımadan kalemi anlamaya çalışmanın bir akıl yürütme yolu değil bir bağnazlık göstergesi olacağına inanıyorum. Bunun için daima aşamalı olarak sebebi aramaya ve hakikate böylece yönelmeye ihtiyacımız var. Yine bıçak tutmayı öğrenmeden soğan doğramaya girişmenin de ancak can yakacağını bilmek gerekir. Bunun için soğana kızmamalı, bıçağın ilmini aramalıdır.
Velhasılıkelam, bir yolcu olarak bütün insanlığa “Yolculuk nereye?” diyor, kendi yolumuzu aramaya davet ediyorum.
Selamlarımla
Oğuzhan Bayrak - SAÜ Tıp Dönem 3 Öğrencisi
oguzhanbayrak43@gmail.com